“Kartların yerlerini değiştiriyorlar” dedi.
“Efendim!”
“Gözbağcılar diyorum, el çabukluğuyla kartların yerlerini değiştiriyor.”
“Nasıl?”
Saçları dağınıktı. Bu soğukta bahçedeki bankta yan yana oturuyoruz. Elleri böğründe, öne arkaya sallanmaya başladı… Sayıklar gibi hızlı hızlı söyleniyordu;
“Bul karayı al parayı oyuncuları… Ağızlarındaki sakız, değişim, özgürlük, demokrasi… Görmelisin bunları! Ahali devamlı yanlış kartlara oynuyor…
“Ne anlatıyorsun?” diyebildim. Ayağa kalktı…
“İç dünyalara ait dini inançları devletin temellerine taşıyıp, düşünceyi, sanatı, bilimi, içeri tıkıyorlar.”
Manzaraya daldım. Nasıl güzel kar yağıyor… Doğa sessizce gelinliğini giyerken alegorik ahkâmların olabildiğince uzağında olmak isterdim… Ama Türkiye’de yaşıyoruz. Biliyoruz, duyuyoruz, görüyoruz… Ve dostumun susmaya hiç niyeti yok. Konuşuyor;
“Karşı Devrim Festivali bu… Yazarlardan, basılmamış kitaplara, orduya kadar hız kesmeden sürüyor.
Melelerle molla düzeni düşlerinden, Cumhuriyet Bayramı ve 19 Mayıs törenlerini iptal etmeye, ilkokul öğrencilerini umreye götürmeye kadar, birbirinden çarpıcı filmler izliyoruz. Daha vizyona girecek pek çok dudak uçuklatıcı senaryo var! Bütün bu karanlık hikayeleri bünyesinde toplayan başyapıt, insanların korku mağaralarına püskürtüldüğü ‘İleri Demokrasi’ isimli polisiyedir.”
Bahçeyi seyrediyorum… Ağaçlar hayalet gibi… Karlar kraliçesi rüzgarlı etekleriyle bale yapıyor sanki.
Konuğum bembeyaz dekorun ortasında anlatıyor;
“Dinler, inançlar, mezhepler, kimlikler üzerinden siyaset yapanlar…
Tercihlerden, farklılıklardan rahatsızlık duyanlar, ülkenin kültürel zenginliğini tuzbuz ettiler…
Elde ikiye ayrışmış siyah-beyaz bir fotoğraf kaldı.
Cumhuriyeti koruma refleksini asla yitirmeyenler…
Ve karşı devrimcilere verdikleri destekle bugünlerin kara filmini yaratanlar…
Bilgi kirliliği ile kafaları karıştırılmış, kabullenmiş, tepkisiz, sorgulamayan, reddetmeyen…
Korkular ve kalıplar içinde gerçek özgürlüklerden bihaber…
Doğasını, denizini, dağını, atasını, geleceğini sahiplenmeyen insanlar.”
“Buz çiçekleri muhteşem görünüyor…”
“Bir de, aydınlığını söndürdükçe daha çok yıldızlaşan ekran markaları var...
Tek gözleri hep kapalı olan ‘sahibinin sesi’ demokratları.
Birkaç tematik kanal ve bağımsız yayınlar dışında ortalık sütliman.
Dördüncü kuvvetten düşen medyanın sanal gündeminde suya sabuna dokunmayan haberler…
Ve çoğunlukla zırcahillere yönelik saçmalıklar...
Bir mekanizmayı harekete geçiren sözde güç, kraldan çok kralcıların karartma gecelerinde güvende…”
Akşam denizi donuk ve sütlimandı… Kuşların dansını seyrederken, dostumun son cümlesine takıldım.
İstemsiz olarak ayağa kalkıp konuşmaya başladığımı hatırlıyorum;
“Güven mi dedin?
Acaba öyle mi?
Sahnelenen oyun, özgüvenden çok bir korkunun temsiline benziyor.
Korkunun… Çünkü içindeki küçük atmosferin evrensel çağda bir gülüş soluğundan öte bir şey olmadığını bilmenin ezikliği… Tanrıyı bile kendince yöreselleştirip, bu usdışı dar kalıpları koca bir ülkenin kaderi yapmaya çalışmanın beyhude gayretkeşliği… Ki, içinde birazcık inanç taşıyan birisi, başkalarının yazgısı ile böyle vicdansızca oynamanın en büyük günah olduğunu bilir.
Üzerindeki kasvetli örtüyü atıp, ülkeyi aydınlığa çıkaranlara karşı kötücül bir kinle sürüp giden karanlık av, korkularının hücresinde çağdan saklananların hezeyanlarından başka bir şey değil.
Yazılarından, kitaplarından ötürü hapse atılanlar, asla terk etmeyecekleri sınırsız düşünceleriyle sonsuza kadar özgürdür... Ama onları duvarların arkasına koyarak tutsak ettiklerini sananlar, kendi iç zindanlarında cehennemi yaşar.”
Kar tipiye çevirdi. Yavaşça akşam oluyordu… Dostum taş merdivene oturdu. Verandada gezinip içini dökme sırası bende idi;
“Gerçek sanattan, çağdaş bilimden, sevgiden, akıldan yana olanlar, usdışı saplantılarla uzlaşamaz.
O halde, adı ‘muhalefet’ olanların, ayaklarında pranga varmışçasına beyaz bayrağı çekip, bu paslı mekanizmanın parçası görünümünde tutuk ve işlevsiz devinmeleri ne kadar anlamsız…”
Dizlerime yaklaşan karda bahçenin kenarındaki taflanların yanına kadar gittim. Komşunun kedisi Romeo bata çıka beni takip ediyordu.
“Bak Romeo” dedim…
“Göz alıcı renklerle süslenmiş karanlık lunaparktan tarihe trajikomik izler yansıyor…
Çağdaş yaşam korkusunun, sanatla, bilimle, kadınla, evrensel güzelliklerle savaşı dünya sömürgenlerinin sevdiği görüntülerle sürüyor.
Atatürk Türkiye’sinin kanatlarını koparıp tekrar şark cumhuriyetlerinden birine çevirebilirler mi?.. Ki, görgüsüz para metropollerinde ABD’ye secde edenlerin yaşadığı o şeriat ülkelerinin pek çoğu, öteki dünya masallarıyla avunan, bilim adına binyıllardır çöp bile yaratamamış bir coğrafyanın biçareleridir.”
Romeo kocaman gözleriyle yüzüme baktı, karlara gömülerek yan bahçeye doğru koşmaya başladı.
Arkasından bağırıyordum;
“Gördüğüm ülke manzarasında boyası bulunan, hangi makamda kim varsa, hiçbiri benim gönlümdeki ülkenin yöneticisi olamaz. Kendilerine biat edenlerle birlikte yarattıkları korku imparatorluğu ise sadece boyun eğmekten başka gidecek yolu olmayanları bağlar.”
Yokuşta patinaj yapan bir arabanın inlemesi duyuldu.
Verandada kimse yoktu. Dostum üşüyüp içeri girdi herhalde…
Odama yöneldim, kayıt cihazını açtım. Biraz reverb… Güzeeel!
Bir kar bestesi yapmak için gitara uzandığım an kulaklığımda sokak kapısının kapanışı yankılandı.
Merdiven boşluğunda bir şarkı mırıldanarak uzaklaşan ayak sesleri duydum;
“Her şey bitti dediğin anda, bir gül kök salar damarlarında.”
Sonrasızlığı reddedenlerin mantrasını seslendim içerden, duydu mu bilmem;
“Her şey biter bir şey bitmez.”
Işık ve sevgiyle…
İlhan İrem
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yorum yazmak yardım istemek için Google yada Msn yada blog hesabına ihtiyacın bulunmamakta. Yorumlama biçimi tikini tıklıyor ve en alttaki Anonim seçeneğini işaretliyoruz. Sonra da mesajı yolluyoruz. Bende okuyorum.