22 Aralık 2011 Perşembe

AZİZ NESİN - HIRSIZLIK VE ZİMMET SUÇLAMASI

İlgili Savunma Metninin tamamının okunması incelenmesi gerekli, isimler tarihler internet üzerinden bakılıp kontrol edildiğinde mevzu tam olarak anlaşılabilinir! Fakat Aziz Nesin e hakaret eden başı bozukların bu savunmayı gerçekten okumaları gerekli!
HIRSIZLIK VE ZİMMET SUÇLAMASI:
Ellibir yıl önce işlenmiş ve üzerinden dört kez genel af geçmiş bir olayı yeniden söz konusu etmek genel af kavramının anlamını bilmemek demektir.
Kararda “bir toplantı yada gösteri nedeniyle çok değişik bir harekette bulunan kişinin kamunun dikkatlerini çekeceği doğaldır. Eğer kişi, toplumun yakından ilgilendiği biri ise dikkatler daha da yoğunlaşacaktır. O zaman, ilgi ve merak onun bilinmeyen yanlarına da yönelir. Öyle ki geçmişi güncelleşir ve biyografisi, olay dolayısıyla yayınlanır duruma gelir. Kişi, yaptığı çıkışla geçmişinin sergilenmesine böylece rıza göstermeş hale girer; çünkü, istiyerek yaptığı çıkışla yaşamının ortaya dökülmesini dilemiş olur.”

Bana hakaret etmeyi alışkanlık haline getiren ve hakaretleri yukarda ancak bir bölümünü sırayabildiğim yalanlarına dayanan bu adamın en ağır hakareti benim hırsız ve zimmetçi olduğumdur. Varsayalım ki ben, gerçekten hırsız ve zimmetçiyim. 51 yıl önce işlenmiş böyle bir suçun ve tümen Askeri Mahkemesinin bu suçtan aleyhime karar verilmiş bir kararı var. Bir yalancının idddialarına uyarak onu, yani davalayı aklayıp davacı olan beni tarih ve toplum önünde mahkûm eden en yüce adalet mercii 4. Hukuk Dairesinin beşte üç üyeleri, nasıl ve nereden öğrenmişlerdir benim hırsızlığımı zimmetçiliğimi? Ellerinde, bana hakareti alışkanlık yapan adamın dilekçesindeki Peyami Safa’ nın bir yazısından başka bir resmi belge var mı?
Herşey biyana, söz konusu, aleyhimdeki yargılama ve mahkeme kararının verişinin üstünden 51 yıl geçmiştir. Bu 51 yılda, bildiğime göre, 3 yada 4 kez genel af ilan edilmiştir. 51 yıl önce bir fiili, tazminat ödemekten kurtulmak için kanıt olarak göstermek genel af kavramının anlamını bilmemek demektir. Diyelim, avukat da olan davalı genel af kavramını bilmiyor, ama bir Yargıtay Dairesinin bunu bilmemesi yada bilmezden gelmesi düşünülemez. Ne var ki, bu düşünülemeyecek şey olmuştur.
Sizler, deneyimli birer Yargıç olarak, zimmet ve hırsızlık suçlarına üç ay on gün hapis gibi çok hafif bir ceza verildiğini hiç duydunuz mu?
Hakaret eden adamı bana tazminat ödemekten aklayarak kurtaran, beni de hem de davacıyken toplum önünde ve tarih gözünde suçlayan beşte üç oranındaki kararından sonra, Yargıtay bana önüne gelen herkesin hırsız ve zimmetçi diye hakaret etmesine de izin vermiş bulunmaktadır. Bundan sonra hırsız ve zimmetçi diyenleri, bana harekete Yargıtayca izinli oldukları için mahkemeye de veremeyeceğim. Yani hakkımı aramak için adalete de sığınamayacağım. Yanılıp mahkemede hakkımı aramaya kalsam Yargıtayımızın kapı gibi kararını önüme dayacaklardır. Böyle bir kararı veren bayan ve bay yargıçlar hiç kuşkusuz vicdanınızın sesi olan bu karardan sonra öğrenmek istiyorum: Bu ne biçim hukuktur, nasıl adalettir.
Benim zimmetçilik ve hırsızlıkla suçlanmama, hem de elinizde bir belge olmadan katıldığınıza göre, benim sözümü kesmeden dinlemek zorundasınız; Eğer Türkiye’ de de adalet varsa. Zamanınızı almış olsam da savunmamı yapmak zorundayım. Bilindiği gibi, beni devlet biçok kez mahkemeye verdi, o davalarda savunma biçiminde olsa bile bunlar gerçekten savunmadan çok daha başka bişeydi. Yaşamımda ilk gerçek savunma, bu dilekçemin bu bölümüdür.
Evet, 51 yıl önce 23. Tümen’ in İstikham Bölük Komutan Vekili iken, tümenin askeri mahkemesine verildim. Suçum, düşmanlarımın yazdığı ve yazdıkları gibi, salt zimmet ve hırsızlık değil, bir de görev ve yetkimi (vazife ve selahiyetimi) kötüye kullanmaktı.
Görev ve yetkimi kötüye kullanmam, er ve subaylara izninin kesinlikle yasak olduğunu savaş yılları içinde bölümümde iki ere, görev ve yetkimi aşarak izin vermiş olmamdı. Zimmet suçum ise, o iki eri yetki ve görevimi aşarak, (gayr-ı resmi) izinli göndermiş olduğum için, o iki eri günlük yoklamadan düşemiyordum. Böylece iki erin istihkakı olan iki tayınla, her gün bölük kazanında pişen yemeklerini ben yemiş yada satmış yada herhangi bir biçimde kendi yararıma kullanmış oluyordum, İşte bu suç erlerin istihkakını zimmete geçirmek oluyordu. Ve ben o iki erin izinde olduğu günlerde onları bölüğün günlük yoklamasında izinli diye gösteremediğim için, onların tayınını ve yemeklerini ben almış oluyordum, yani zimmetçiydim.
Hırsızlığım ise iki küçük keçi yavrusunu, bütün 23. Tümen yaya olarak taa Safranbolu’dan Davutpaşa sırtlarına dek yürüyerek gelirken, yürüyüş sırasında öğle yemeği için Sapanca’da mola verdiğimizde, o iki keçi yavrusunu takım komutanları olan subaylara ve assubaya sattırıp parasıyla aldığım kirazı öğle yemeğinden sonra bölüğümün erlerine verdirmemdi.
Düşmanlarım bu keçi hırsızlığımı yazıp durdular. Bunlar, orduda istihkam bölüğünde keçi ne arar diye düşünmedilar. En düşünenleri, sen levazım subayı mıydın, diye sordu.
İşte görev ve yetkiyi kötüye kullanmak, işte zimmetçilik, işte hırsızlık.
Ben bu suçları işlemedim, demiyorum. Mahkemede de işlemedim, demedim. Bütün suçlamaları kabul ettim ve 3 ay 10 gün hapisle, ordudan ihraç cezasına çarptırıldım, kendimi hiç savunmadım.
Niçin bu yüz kızartıcı suçları kabul ettim? Çünkü utandım, hala da utanıyorum. İşte utandığım için, bu güne dek hırsızlığımı, zimmetçiliğimi yazanlara da yanıt veremedim. Yargıtay’ın beni tarih ve toplum önünde mahkûm eden kararı, beni bu konuda gerçekleri ilk kez yazmaya zorladı.
Niçin 23. Tümen askeri mahkemesinde yüklenen bütün suçları kabul ettim ve niçin böyle bir cezayı almış olmaktan utanıyorum? İki keçi yavrusunu satarak hırsızlık yaptığım, izinli iki erin tayınını alarak zimmetçilik yaptığım, görev ve yetkimi kötüye kullanarak iki ere izin verdiğim için utanmıyorum. Bana utandırıcı gelen, benim onurumu kıran bu suçları işlemiş olmam değil, bu suçlarla suçlanmış olmamdı. Bana utanç verici gelen “Ben hırsız değilim, ben zimmetçi değilim.” diye kendimi savunmaktı. Bana ağır gelen bu yüz kızartıcı suçlarla suçlanmamdı. Beni, görev ve yetkimi kötüye kullanıyorum, izinli iki erin tayınlarını çalıyorum, iki keçi yavrusunu sattırıp parasını cebime atıyorum diye ihbar edenler, kendilerine izin verdiğim o iki erimdi.
Madem ki bu yüzkızartıcı suçlarla suçlanıyordum, üstelik bu suçların çok daha ağırlarının çokça işlendiği bir ortamda, o zaman kendimi, ben hırsız değilim diye savunmak onursuzluğuna düşmektense, madem ki beni suçluyorlar, benim de suçu kabullenmem daha onurlu olacaktı ve öyle de yaptım. Çünkü benim için, hırsız diye sanık olmak bile yeterince onursuzluktur. Böyle bir onur sorununu, bana hakaret eden adamın anlayabileceğini hiç sanmıyorum.
Şunu açıkça ifade edeyim ki, bu suçlanmamın günün birinde MİT eliyle Peyami Safa’ya iletileceğini, onun da bu konuyu basındaki tartışmamız sırasında Milliyet Gazetesinde yayımlayacağını ve Peyami Safa’dan sonra onun ardıllarının ağızlarına sakız edeceklerini ve 51 yıl sonra bugün bile karşıma çıkacağını ve ne yazık ki Yargıtay’ında beni toplum ve tarih önünde aşağılamasına neden olacağını o zaman düşünebilseydim, elbette mahkemede kendimi savunur ve hiç kuşkusuz aklanırdım.
Bana zor ve ağır gelen, suçtan çok suçlanmaktı. Kendimi savunabilir ve aklanabilirdim. Çünkü takım subayım Halil Tufan (soyadını unuttum) ve biri sonradan yargıtay üyesi olan iki yedek subayın ve değerli bir asker olan assubay Hasan Başçavuş, kendilerini tanık göstermem için yalvarıyorlardı. Benim emrimle, ama keçi yavrularını kendileri satıp erlere kiraz aldıklarını, yasağa karşın izinli gönderdiğim ve bu yüzden yoklamadan düşüremediğim iki erin hiçbir zaman tayınlarıyla ilgilenmediğimi tanık olarak mahkemede söylemek istiyorlardı. Ama yasak emrine karşın iki ere izin verdiğim, yani görev ve yetkimi kötüye kullandığım yadsınamaz bir gerçekti ve izinli gönderdiğim bu iki erin şikayetiyle mahkemeye verilmiş bulunuyordum.
Peyami Safa’ya benim aleyhime olan mahkeme kararını MİT’in verdiğini biliyorum. O tarihte MİT’in önemli işlerinden biri de iktidara muhalif gazete yazarları için gizli yaşamlarını, yaşamlarının gizli yanlarını, yalanlarla donatıp fotoğraflarla basılı metinlerle yaymaktı. Örneğin ünlü bir gazeteci yazarın -bir suçmuş gibi- anasının Ermeni olduğu, başka birinin bir kadın çantasını çaldığı, birinin de evlilik dışı bir kadınla ilişkisi olduğu gibi.....
Niçin ordu buyruğunu dinlemeyip kesin yasağa karşın, görev ve yetkimi kötüye kullanarak iki ere izin vermiş olduğum, toplum gözünde ve tarih önünde yargıtay kararıyla mahkûmiyetime neden olan konunun anlaşılabilmesi için çok önemlidir.
1941 yılında 26 yaşında 3 yıllık bir genç subayken, Kars Müstahkem Mevkii’ne bağlı istikham taburunun iki bölüğünden birinin bölük komutan vekiliydim. Her sabah bölüğümü talime çıkarırken, benim bölüğüme gelişimden öncelerinden??? beri alışık oldukları için 20-30 kadar köpek de bölüğün ardına takılır, talim yerine gelirdi. Mola verdiğimizde erler, köpeklerle oynaşırdı. Doğrusu görünüm güzel değildi ama, hayvanlara aşırı sevgim yüzünden olayı görmezden geliyordum. Ayrıca köpeklerin bölüğün ardına takılıp gelmemeleri için erlerin köpekleri kovmaya çalışmaları, köpeklerin gelmelerinden daha güzel olmayacaktı.
Öbür bölüğün komutanı, bizden bir sınıf sonra olan Fahamettin adlı bir teğmendi. Fahamettin bölüğünü talime çıkarırken köpekler onun bölüğünün arkasından gitmiyordu. Niçin onun bölüğünün ardından gitmiyorlardı da, bizim bölüğün ardına takılıyorlardı? Önceleri bunu, bizim bölük erlerinin hayvan sevgisi olarak yorumlamıştım. Fahamettin’ e bunun nedenini sorduğumda, benim bilmeyişime çok şaştı. Benim bölüğümün erlerinin köpeklerle cinsel ilşkide bulunduklarını bunun için de köpeklere arttırdıkları tayınlardan verdiklerdiklerini, kendi erlerine köpeklere yiyecek vermeyi yasakladığını, bu yüzden köpeklerin bizim bölüğün ardından geldiğini onun bölüğünün ardından gelmediğni söyledi ve şunu ekledi: “Burada eşek de olmadığına göre, ne yapabirler...”
Fahamettin’in bu konuda başka söylediklerini açıklamak istemiyorum. Cinsel konuda duyduklarıma göre, özellikle kimi kırsal bölge insanlarımızın eşekle cinsel ilişkide bulunduklarını biliyordum. Hatta bir Zürih Mahkemesi, oradaki bir Türk’ün eşekle bir cinsel ilişkideyken suçüstü yakalanması üzerine bu ilişkinin Türklerde ulusal bir gelenek olduğuna karar vermiştir. Bu belgeyi aşağıda sunuyorum. Gerekli görülüyorsa okurum.
Yine İsviçre’de geçti bu olay. Bu en dehşet vericisi. Dehşet verici ama hiç de yabancı değil bizlere. Zürih Hayvanat Bahçesi’nde, gece yarısından sonraki saatlerde bahçenin duvarından bir gölgenin atladığını nöbetçilerden biri görüyor. Hayvanlardan hangisini çalacağını kollamak için hırsızın ardına düşüyor. Hırsız bahçedeki eşeklerin bulunduğu bölüme giriyor. Bir dişi eşeğin arkasına geçerek düğmelerini çözdüğü pantalonunu sıyırıyor. Gece bekçisinin şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözleri önünde eşekle cinsel ilişkiye geçiyor. Yakalanıp ertesi gün mahkemeye çıkarılıyor. “Eşek beceren Türk” haberi günlerce İsviçre gazetelerinin başkonusu.
Asıl ilginç olanı, eşek beceren Türk’ ün yargılanması. Adam, İsviçre yargıcının huzurunda kendisini şöyle savunuyor:
– Efendim, bizde usuldür, bizim ülkemizde köylü yerlerde bu bir gelenektir. Bizde bu işi her erkek yapar.
Yargıcın verdiği karar daha da ilginç:
“Ulusal gelenekleri gereği eşekle ilişkide bulunan sanığın aklanmasına karar verildi.”
Bundan da ilginci var. Kimi Türkler bu yargıcı Türk düşmanı olarak ilan ediyorlar. Bilmem ki siz ne dersiniz?

O savaşta, cephedeki Amerikan askerleri, daha çoğu kadın olan sinema yıldızları, şarkıcılar, tiyatro ve müzikal oyuncuları aracılığıyla moral kazanıyor, herhangi bir biçimde doyuma ulaşıyordu. 2.Dünya savaşı olduğu için iki-üç yıl hatta daha da uzun süre, hem de izinler yasak olduğu için hiç izine gitmeden yaptıkları – vatani vazife- bilinen askerlik hizmetinde 20-25 yaş arasında bulunan delikanlı erler – Asker yorulmaz, asker uyumaz, asker üşümez, asker acıkmaz ve askerin cinsel istekleri de olmayan bir yaratık, bir savaş robotu olarak– görülüyordu. Erlerin, hem de komutanların izniyle “Askerlere ucuz biletli” porno filmlerini dahaca Amerikalılardan öğrenmemiştik. İşte o günlerde, uzun boylu, iri yapılı bir er izin için bana başvurdu. Söylediğine göre, iki yıllık asker olan bu er bir yakın köydendi ve en çok iki gün iki gecede köyüne gidip gelebilirdi. Askere gelmeden kısa bisüre önce evlenmiş olan bu er, aldığı bir mektuptan karısının kaçırılmış olduğunu öğrenmişti. Köyüne gidip karısını alacak, kendi akrabalarının evine bırakarak hemen dönecekti. Ben bölük komutanı olarak izin vermeye yetkili değildim. Savaş zamanı olmasa ancak tabur komutanı izin verebilirdi. Buna karşın, hem de yetkim yokken, erin cinsel gereksinimini de göz önünde tutarak dört gün içinde dönmesi ve bu riski göze aldığım için, bir namus cinayeti işlememesi koşuluyla, pek çok yalvaran bu eri dört gün için izne gönderdim. Er gitti, ama 15 gün izinden dönmeyince beni erin köyünün yolu üzerindeki Kurtboğan Boğazı denilen yerde tipiden boğularak ölmüş olması korkusu sardı. Denildiğine göre Kurtboğan Boğazı’nda her yıl bikaç kişi tipiden ölür ve köylüler böyle bir ölüm olmazsa o yılın bereketli geçmeyeceğine inanırlarmış. Kıştı. Amansız 1941 kışı. Isı, eksi 38.
Bir erle bir onbaşıyı erden haber getirmeleri için erin köyüne yolladım. Er, benim kendisine yazılı izin kağıdı verdiğimi – yani benim suçlu olduğumu anlatıyor– şimdilik kışlaya dönmeyeceğini söylüyor. Bir haber daha getirdiler. O erin karısını kaçırdıkları yalanmış. Askere gelirken, karısını askerlik süresi için bir başka erkeğe kiralamış. Karısını alan kirayı iki taksitte ödeyecekmiş. İlk taksidi peşin vermiş. Aradan iki yıl geçtiği halde ikinci taksidi ödemeyince, parasını almaya köyüne gitmiş. Karısının kirasını almadan dönmeyecekmiş.
Sonunda döndü.
Bu olaydan bisüre sonra 23.Tümenin bağımsız (müstakil) istihkâm bölüm komutanlığına atandım. İki yedek subayım, Halil Tufan adlı bir muvazzaf teğmenim ve çok değerli bir de assubayım vardı. Bölüğü teslim aldığım Doktor lakabıyla anılan sonradan general olan OYAK’ ın başına geçen Yüzbaşı Kemal, bölük yazıcısına izine göndereceğine değgin söz verdiğini, ama sözünü tutmaya zaman kalmadan başka birliğe atandığını söyledi.
Bağımsız bölük komutanı olduğuma göre izin verme yetkim vardı. Ama savaş sürüyor ve kesin izin yasağı da sürüyordu. Yüzbayı Kemal’e izinler yasak olduğundan bölük yazıcısını izine gönderemeyeceğimi söyleyince “Canım, idare edersin!” demişti.
Kars’ta başıma gelen o tatsız olaydan sonra ne bölük yazıcısına, ne başkasına izin vermek niyetindeydim. Bölük yazıcısı İzmirli Ali Rıza adında bir erdi. El yazısı çok güzeldi. Askere geldiğinden beri hiç talime çıkarılmamıştı. Hatta acemi er talimine bile çıkmamıştı. Elli yaşında hatta daha yaşlı göründüğü ve yazısı da güzel olduğu için hiç talime çıkarılmayıp, yazıcı yapılmış olmalıydı. Askerlik için yaş haddini doldurmamış olmalıydı ki askere alınmıştı. Olduğundan yaşlı görünmesinin nedeni, memleketi İzmir’de bir adamı bıçaklayarak öldürdükten sonra uzun yıllar hapis yatmış ve hapisteki son yıllarını bir günü üç gün sayılan Zonguldak kömür madenlerinde çalışarak geçirmişti. Görünüşüne göre halim selim denilen yumuşak, hatta sevimli bir adamdı.
Evim, kışlanın karşısındaydı. Hemen her gün ya kışlada ya evime gelerek izin vermem için yalvarırdı. Doğrusu içimden ona izin vermeyi çok istiyordum ama Kars’taki olaydan ders aldığım için İzmirli Ali Rıza’nın isteğini hep geri çeviriyordum.
Kesinlikle övünmek için değil, ama gerçeği belirtmek için söylemek zorundayım ki, uyku ve yemek saatleri dışındaki bütün zamanım gerçekten çok sevdiğim erlerimle geçiyordu. Erlere gelen mektupları açar ve hepsini okurdum. Bu mektupları okumamın yararlı olduğu da söylenebilir. Gerek kışlada ve yatılı okullarda, gerek cezaevinde yetkililerin, erlerin yada hükümlülerin yada öğrencilerin mektuplarını okumanın insan haklarına aykırı olduğunu o tarihte dahaca düşünemiyordum.
Bigün er mektuplarını okurken Ali Rıza’ya eşinin yazmış olduğu mektubu da okudum. Zarfın içinden kahverengi karta basılmış -o zamanlar dahaca renkli fotoğraf yoktu- bir çocuk resmi çıktı. Birbuçuk, iki yaşlarında güzeller güzeli bir kız çocuğu. Fotoğrafın arkasında, aşağıyukarı şu anlamda yazılmış bir yazı:
“Canım babacığım, ben şu yaşıma bastım. Sen beni hala görmedin bile, ben de seni görmedim, filan gibi çok acıklı bişeyler yazılı... Çocuklara anlatılamaz za’fım var. Sonradan düşünüyorum da, sonraki olaylara bakarak, belki de benim çocuklara düşkünlüğümü anlayan İzmirli Ali Rıza, o acıklı mektup seneryosunu kendisi hazırlamıştır diyorum.
Ali Rıza’yı çağırıp mektubunu verdim.
-Sen kaç gün izin istiyorsun? diye sordum.
-Bir haftada gider gelirim komutanım.
Sana iki hafta izin.
“23.Tümen İstihkam Bölüğü” başlıklı kağıda Ali Rıza’ya yazı makinesinde şu tarihten şu tarihe dek izinli olduğunu bildiren yazıyı yazdırıp, altına resmi mühür basıp imzaladım.
Bir kel Çavuş vardı. Ali Rıza’nın gidişinin ertesi günü o da gelip,
Komutanım ben de izin istiyorum... dedi.
Bu açıkça bir şantajdı. Sana izin vermiyorum demek yiğitliğini gösteremezdim. Hiç de bana yakışmayan biçimde ona izin kağıdı düzenleyip verdim. Kaç günlük izin verdiğimi anımsamıyorum, ama iki haftalık olduğunu kestiriyorum.
Ali Rıza’nın dönüşünü beklerken bir ay kadar sonra ondan aşağıyukarı şu anlamda bir mektup aldım:
“Komutanım,
Sen bana insanlık gösterdin, ama ben buna layık olamadım. İzmir’de dolaşırken eski hasımlarımla karşılaştım. Onlardan birini yaralamak zorunda kaldım. Şimdi Cezaevindeyim.”
Zarfın üstünde Cezaevinin, bir de “görülmüştür” damgası vardı.
Kel Çavuş bir yada birbuçuk ay sonra kendiliğinden çıkageldi. Nasıl geldiğini, cezaevinden nasıl çıktığını bilmiyorum. Onunla hiç konuşmadım, bişey de sormadım. Salt takım subaylarına, bundan böyle onun yazıcılık yapmayacağını, talime çıkacağını söyledim.
Bu olaydan bikaç gün sonra, bütün 23.Tümen safranbolu’dan İstanbul’a yay olarak gitmek emrini aldı. Yola çıkmadan bigün önce İzmir’li Ali Rıza uyuz oldu. Uyuz bulaşıcı olduğundan Ali Rıza’yı yürüyüş sırasında erlerden ayırdım ve onu ayrı bir çadırda yatırdım. Bir gün daha sonra Kel Çavuş da uyuz oldu. Daha ertesi gün bölüğün aşçılığını yapan bir er uyuz oldu. Bu aşçı İstanbul’lu bir külhanbeydi ve ikinci kez yedek olarak yapmak üzere askere alınmıştı.
Aynı yürüyüş kolunda olduğumuz piyade alayında uyuz olduğunu biliyordum. Ama benim bölüğümde, çok titizce özendiğim için uyuz çıkması şaşırtıcıydı.
Herşeyi sonradan öğrendim. Olanlar, yıllarca Cezaevinde yatan ve hapishaneciliği çok iyi öğrenmiş olan İzmir’li Ali Rıza’nın başının altından çıkıyordu. Bizim üç uyuz er, piyade alayındaki uyuzlara para vererek uyuz mikrobu almışlardı. Uyuz el kol derisinin, bir uyuza sürtünmesiyle kolayca ve hemen bulaşıyordu. Ali Rıza kendisini ancak birkaç gün talime çıkardığım için bana kızgındı, düşmanım kesilmişti. Kel Çavuş da ifadesini aldırmak istediğim için düşmanım olmuştu. İstanbul’lu aşçının neden bana düşman olduğunu bilemiyorum. Üç uyuz kafadar, yol boyunca gece gündüz bir ayrı çadırda kalarak benim aleyhimde komplo hazırlamışlar. Davutpaşa sırtlarında ordugaha geçtiğimiz gün, daha önce yazdığım suçlarımdan dolayı, beni, hem de burda yazılması gereksiz olan nedenlerden dolayı beni hiç sevmeyen tümen komutanı Tuğbay Behzat Bey’e şikayet ediyorlar.
Olay işte budur.
“Bir toplantı ve gösteri nedeniyle çok değişik bir harekette bulunan kişi... yaptığı çıkışla geçmişinin sergilenmesini böylece rıza göstermiş hale girer.” Sözlerine dayanarak, benim geçmişimi irdelemenin, hem bana hakaret etmeyi huy edinmiş olan adamın dilekçesinde, hem bu isteğe aynen uyan yargıtay kararında hem de yargıtay kararını benimseyen Asliye Hukuk mahkemesi kararında gerekliliği vurgulanmaktadır.
Bu görüşe katılmıyorum. Ancak geçmişimle her zaman övündüm. Ama bu üç aynı düşünceye göre benim geçmişim salt 51 yıl önce işlediğim söylenen ve üzerinden 4 kez genel af geçmiş bulunan bir edim midir?
Ben mi size bütün geçmişimi sayıp dökeyim. 51 yıl önceki bir olayı 80 yıllık yaşamımdan cımbızla çekip çıkarmak söz konusu bu üç kaynağın esas olarak adalette bulunması gereken yansızlığa ve nesnelliğe aykırı olduğu çok açık biçimde görülür. Eğer uzak geçmişim aranıp taranmak isteniyorsa bu üç kaynağı da benim askerlik sicilimi getirtip incelemelerini salık veririm.
Ortaokul 2.sınıfında girdiğim askeri okulda bütün sınıfları birincilikle geçip, seçkin bir subay olduğumu ve askerlik yaşamımda aldığım ödüllerin -o kısa zaman gözönüne alınırsa- yazarlık yaşamımda aldığım ödüllerden pek de az olmadığı görülecektir.
Arkadaşlarım, komutanlarım, öğretmenlerim hep birlikte beni geleceğin önemli bir askeri olarak görmekteydiler.
Hakaret etmeyi bir alışkanlık ve bir huy haline getirmiş olan bu adam, salt bana değil, ilk davada kendisini hakaret suçundan tazminat ödemeye mahkûm ettiği için, Ankara 17.Asliye Hukuk mahkemesi Yargıcına da “davanın tarafsız bir mahkemede görülmek üzere...” diyerek ona da, bir adalet merciine de hakaret ediyor. Bize iltimas edeceğini düşünerek, davayı İstanbul mahkemelerinde açmamız gerekirken özellikle Ankara’da 17.Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığımızı -ima değil- açıkça söyleyerek, 17.Asliye Hukuk Mahkemesi yargıcına da hakaret ediyor. Çok ilginç olan, hem 17.Asliye Hukuk yargıcı hem de 4.Hukuk Dairesi’nin bu hakareti görmezden gelmiş olmasıdır.
Nasıl sizleri bugüne dek görmemiş ve tanımamışsam, Ankara 17.Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcınıda hiç görmedim ve tanımam. Davanın Ankara 17.Asliye Hukuk Mahkemesinde görülüşü, benim hiç ilgim olmadan, avukatımın usülüne uygun olarak davayı Ankara’da açmış olmasından başka bir nedene dayanmaz. Bizi kendisi gibi sanan bu adama mahkeme beğendirmemiz gerekmez. Kaldı ki Ankara 17.Asliye Hukuk Mahkemesi 20.000.000.TL. tazminat istememizi 10.000.000.TL.’na indirdiği ilk kararında “beni topluma kazandırmak” gibi, son kertede abes ve anlamsız ve de değersiz bir hükümle beni tarih ve toplum önünde bikez daha aşağılamıştır.
Bayan ve Baylar! Topluma kazandırmak istenilen insan kimdir? Ankara 17.Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcı, bunu hiç mi düşünmedi? Sokak serserisi olmuş bir küçük çocuğu mu topluma kazandıracaktı? Kendimi övmeyi hiç sevmem ve bunu hiç yapmadım. Ama bugün beni, yine de büyük bir alçakgönüllülükle bunu yapmak zorunda bırakıldım. Bayan ve baylar, bugün topluma kazandırılmak istenilen insan tam seksen yaşındadır ve kitaplaştıracağı bu dava ile birlikte 109 kitabın sahibidir ve kitapları 34 yabancı dile çevrilmiştir ve oyunları 3 yabancı tiyatroda sahnelenmiştir ve YÖK üniversitelerinin her cumhurbaşkanına ve her başbakana sunmayı ödevi ve görevi saydığı ödül ve armağanlar değil, gerçek anlamıyla ödül olan otuzdan çok ulusal ve bu sayıdan daha da çok uluslararası ödülün sahibidir. Ve bu ödüllerin değerini insanların hayal etmesi bile olanaksızdır. Ve bu ödüller bana hakaret eden adamın iddia ettiği gibi, salt eski sosyalist ülkelerden değil, en sonuncuları, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İsveç, Fransa olmak üzeree batılı ülkelerden verilmiştir. Bütün bunları bana hakaret eden adam, bilmeyebilir yada inatla bilmezden gelebilir. Ama Ankara 17.Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcının bilmemesi, kendi ulusal kültürüne ne denli uzak ve yabancı olduğunu gösterir. Ülkem ve halkım adına esef eder ve derin üzüntülerimi iletirim. Bilesiniz ve bilmelisiniz ki bu ödüller her cumhurbaşkanının -hatta Kenan Evren diye birinin bile- ve her başbakanın aldığı YÖK üniversitelerinden dağıtılan cüppe ve nişanlar gibi kolayca elde edilen ödüllerden değildir. Bana Türklük ve insanlık dersi vermeye çalışanların önce kitaplarımı okuyup Türklük ve İNSANLIĞIN ne olduğunu, eğer anlayabilirlerse, öğrenmeleri gerekir
Beni topluma kazandırmak isteyen büyük iyilik severler kim olurlarsa olsunlar, hangi yüce makamda bulunurlarsa bulunsunlar, iyilik sandıkları bu iz’an ve akıl dışılığı yüzlerine çarparak geri çeviriyorum, umarsız kalmış ve haksızlığa uğramış insanların başvuracağı son yer, hekimlerin eliyle hakimlerin vicdanıdır. Bu umut da dağın ardında kalır, adalet gerçekleşmezse, işte bugünkü Türkiye’nin durumu ortaya çıkar.
4.Hukuk Dairesi’nin beşte üç oranındaki üyeleri olan Bayan ve Baylar! Ben davacıyken beni davalı yerine koyup ve bir yalancının sözlerine uyup beni toplum önünde, tarih önünde mahkûm ettiniz. Ben sizden adalet beklemiyorum. Çünkü böyle bir umudum yok.
İşte söyleyeceklerimi söyledim. Beni bu sözlerimle, verdiğiniz eski mahkûmiyet kararından daha ağır bir mahkûmiyete gönül ve vicdanlarınızın rahatlığıyla mahkûm edebilirsiniz.
Buyrun sayın bayan ve baylar!
Boynum kıldan ince, kararınızı bekliyorum.
Acaba verdiğinizden daha ağır bir mahkûmiyet kararı vermeye gücünüz yetecek mi? Hiç sanmıyorum.

AZİZ NESİN

Metnin Tamamını Okumak için Tıklayın <<< AZİZ NESİN VAKFI >>>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorum yazmak yardım istemek için Google yada Msn yada blog hesabına ihtiyacın bulunmamakta. Yorumlama biçimi tikini tıklıyor ve en alttaki Anonim seçeneğini işaretliyoruz. Sonra da mesajı yolluyoruz. Bende okuyorum.